Ziya Gökalp’ten sonra Türk milliyetçiliği fikir hayatına yazılarıyla yön veren Hüseyin Nihal Atsız, 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Gümüşhaneli Güverte Yüzbaşı sı Mehmet Nail Bey, annesi ise, Trabzon’un Kadıoğlu eşrafından Fatma Zehra Hanım’dır. Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitiren Atsız, bir süre hocası Prof. Fuat Köprülü’nün asistanlığını yaptı. Daha sonra da Malatya, Edirne ve İstanbul’daki çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliğinde bulunan Hüseyin Nihal Atsız, bu dönemlerde ileride Türk fikir ve siyaset hayatında etkili olacak birçok Türk milliyetçisi yetiştirdi. Öğretmenliğinin yanında çok değerli eserler veren Hüseyin Nihal Atsız, “tek parti dönemi”nin yanlış uygulamalarına karşı da kalemiyle mücadele verirken çeşitli defalar kasıtlı yargılamalarla cezaevine düştü. Hüseyin Nihal Atsız, mücadelesini çıkardığı dergilerle sürdürürken, 1932’de Atsız Mecmua’yı, 1933’te Orhun’u, 1950’de Orkun’u ve 1964’te de Ötüken’i çıkardı. Şiirlerini Yolların Sonu isimli kitabında toplayan Atsız, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor, Deli Kurt ve Ruh Adam romanlarıyla da Türk gençliğinin milli şuura sahip çıkmasını sağladı. Hüseyin Nihal Atsız, makalelerini de Türk Ülküsü adlı kitabında topladı. Çok arzuladığı Türk Tarihi’ni başlangıcından günümüze kadar işleyen dev eserini bastıramadan 11 Aralık 1975’te vefat etti. Hayatında ölümden başka hiç kimseye boyun eğmeyen Hüseyin Nihal Atsız, İsmet İnönü’nün “tek parti-tek şef” yönetimi sırasında komünistlerin, Türk Milli Eğitimi’ne sinsice sızdığını fark edince, zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yazarak bunları afişe etmesi üzerine iktidarın hışmına uğradı. Cumhurbaşkanı ve millî şef İsmet İnönü, bütün Türkçüleri toplatıp “Turancıdır” suçlaması ile mahkemeye sevk etti. Atsız, o zaman “tabutluk” diye tabir edilen nezarethanede günlerce arkadaşlarıyla birlikte işkence gördü. Hüseyin Nihal Atsız ve arkadaşlarının, 3 Mayıs 1944 günü askeri mahkeme önüne çıkarılmaları büyük olaylar yarattı. Türk milliyetçileri bu olayı protesto ettiler. Şaheser uyanmış, Türk milliyetçileri ayağa kalkmıştı. Ankara ve İstanbul’da şahlanan Türk gençleri adeta bir dirilişi temsil ediyordu. O zaman Türkçüler komünizmin, Rus emperyalizminin aracı olduğunu, insanlığa da hayrı olmadığını söylediler. Bir gün dağılacağını da ilan ettiler. Üstelik dünyada Türk Birliği’nin (Turan) kurulacağını da açıkladılar. Sonunda askerî mahkeme bu kahramanları suçsuz bularak beraat kararı verdi. O gün bugündür 3 Mayıs, Türk milliyetçileri tarafından “Türkçüler Bayramı” olarak kutlanıyor. İsmet İnönü’nün 19 Mayıs Nutku’ndan sonra, Ankara ve İstanbul’da tutuklanan Türkçü-milliyetçi 23 aydın şunlardı: Hüseyin Nihal Atsız (Edebiyat Öğretmeni), Hüseyin Namık Orkun (Tarih Öğretmeni), Nejdet Sançar (Edebiyat Öğretmeni), Zeki Velidi Togan (Tarih Profesörü), Orhan Şaik Gökyay (Ankara Konservatuvarı Direktörü), Said Bilgiç (Ankara Adliyesi’nde Hâkim Adayı), Hasan Ferit Cansever (Dr. Yüzbaşı), Fethi Tevetoğlu (Dr. Üsteğmen), Alparslan Türkeş (Piyade Üsteğmen), Nurullah Barıman (Piyade Teğmen), Zeki Sofuoğlu (Topçu Asteğmen), Fazıl Hisarcıklı (Ulaştırma Asteğmen), Saim Bayrak (Temyiz Mahkemesi Evrak Memuru), İsmet Rasim Tümtürk (İstanbul Belediyesi Murakıbı), Cihat Savaşfer (Yüksek Mühendis Mektebi Öğrencisi), Muzaffer Eriş (Yüksek Mühendis Mektebi Öğrencisi), Fehiman Atlan (Yüksek Mühendis Mektebi Öğrencisi), Yusuf Kadıgil (Lise Öğrencisi), Cebbar Şenel (Ankara Adliyesi’nde Hâkim Adayı), Hikmet Tanyu (İçişleri Bakanlığı’nda memur), Reha Oğuz Türkkan (İstanbul Üniversitesi Doktora Öğrencisi), Hazma Sadi Özbek (Aydın Maliye Tahsilât Şefi), Cemal Oğuz Öcal (Gazi Eğitim Enstitüsü Öğrencisi). * * * Atsız, 3 Mayısla ilgili olarak şöyle der: “3 Mayıs milli şuurun ayaklanmasıdır.” “3 Mayıs, Türkçülüğün tarihinde bir dönüm noktası oldu. O zamana kadar yalnız duygu ve düşünce olan, edebi ve ilmi sınırları pek de aşmayan Türkçülük, 1944 yılının 3 Mayısında birden bire hareket oluverdi.” “Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin günüdür. Ona bir bayram diyemeyeceğiz. Çünkü yıllarca süren büyük ızdırabımız o gün başlamıştır. Ona bir matem demek de kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle yüreksizi er meydanında denemek, yahşı ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir. O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük 3 Mayıs’ta gafletten ayrılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür. Böyle sağlam bir sonuca varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılmaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz.” * * * Hüseyin Nihal Atsız savunmasında şöyle söylüyor: “Kâzım Alöç’ün Turancılar dâvâsını anlaşılmaz bir taassupla ne kadar yanlış bir zaviyeden gördüğünü, iddialarının ne kadar çürük olduğunu belirtmek, bunun sonunda da müdafaa hakkımı gereğince kullanmak için iddiasının mahiyetini açığa vurup mahkemenin ve bütün dünyanın önüne sermek icap ediyor. Savcı yerinde duran bu adam her şeyden önce yazılı vesikaları tahrif etmiştir: Ben, ‘bedava broşür verelim’ diyorum. O bunu, ‘gizli broşür’ şekline sokuyor. Ben, ‘Türkiye’nin dünkü-bugünkü sınırları’ diyorum. O bunu, ‘yarınki sınırları’ diye tahrif ediyor. Ben, ‘Milli ülkülerin üçüncü merhalesi cihanı kaplamaktır’ diyorum. Cihanı istilaya kalktığımızı ilân ediyor. (…) Dünyanın hiçbir yerinde, kendi devletini büyütmek isteyenlere ‘vatan haini’ denilmemiştir. Bir gözü nasıl yalnız sağ gözü tedavile iktifa edemezse bir Türkçü de öylece yalnız Türkiye Türklerini düşünmekle kalamaz. Nitekim hükümet de dış Türkleriyle ilgisini kesmemiş ilk uygun fırsatta Antakya sancağını ilhak etmiştir. Halep ve Musul da milli misaka dahildir. Antakya’yı istemekle ırkımızın beşiği olan ülkeleri istemek arasında mahiyet farkı yoktur. Kimseden haksız bir şey talep etmiyoruz. Atalarımızdan kalan mirasın mefahirimizin gömülü olduğu toprakların bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Onları unutmamak istiyoruz. Ben bunları şahsım için istemiyorum. Oralarda çiftlik yahut apartman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan dolayı da kimse bana vatan haini diyemez. Kimsenin görüp bilmediği vasiyetnamemde bazı şahısları sevmediğim için beni hiçbir kanun, hiçbir mahkeme mahkûm edemez. Ben herkesin sevdiği insanları sevmeye mecbur değilim.” Türk milliyetçileri askeri mahkemede yargılanırken, hükümetin yarı resmi yayın organı ve sözcüsü durumundaki Ulus gazetesinde devrin anlayışını açığa vuran bir başmakale yayınlanmıştır. 16 Sonkânun 1944 tarihli Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay imzasıyla yayınlanan başmakaledeki bir cümle önemli bir belge niteliğinde olup şöyledir: “… Lenin ve Atatürk ölmüşlerse, onların eserlerini ancak yürüten, ilerleten ve yükselten iki şef, İnönü ve Stalin başımızdadır.” Mahkûmiyet kararlarının Askeri Temyiz Mahkemesi tarafından bozulması ile bütün sanıkların beraati sağlanmıştır. Ancak, 19 Mayıs 1944 nutku ile onları daha baştan mahkûm eden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, bu kararı veren Temyiz üyelerinden olan Ali Fuad Erden Paşa ve İsmail Berkok Paşa’yı asla bağışlamamıştır. Bu bozma kararlarından sonra bu paşalarla asla bir daha konuşmamış olduğunu Ali Fuad Erden Paşa hatıralarında kaydetmektedir. “Türk milliyetçileri 3 Mayıs 1944’te, siyasi sınırlarımızın dışında kalan ama etnik ve kültürel hudutlarımızın içinde bulunan ırkdaşlarımıza duydukları yakın ilgiden dolayı, Turancılık suçlamasıyla, tutuklanıp tabutluklara tıkılmışlardı. Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki, 51 yıl önce milliyetçileri Turancılıkla suçlayan devlet, bugün Turancı oldu. Devletin bütün gücünü arkalarına alıp, milliyetçilerin üzerine yürüyenler, onların oğulları, damatları ve hatta birkaç yıl öncesine kadar milliyetçiliği çağdışı ilan edenler de Turancı oldular bugün! Türk milliyetçiliği yarım asırda maruz kalınan bütün baskı, işkence ve katliamlara rağmen, Türk Birliği fikrini tabutluktan çıkarıp, devlet politikası haline getirdiğine göre, eğer çok büyük bir hata yapılmazsa, bundan sonraki hedeflerine çok daha kısa sürede, çok daha zahmetsiz olarak ulaşacaktır. Bence asla hukuki değil, aksine tamamen siyasi maksatlara matuf olarak gerçekleştirilen 1944 tutuklamalarının en önemli sonucu, devletle milliyetçilerin arasına bir ihtilafın sokulması hadisesi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran Türk milliyetçiliği ilk büyük şoku, 1936’da Hatay’ın anavatana ilhak edilmesi maksadıyla miting düzenleyen Milli Türk Talebe Birliği’nin kapatılmasıyla yaşamış, 1944’te ise resmen ezilmek istenmiştir. Devletle milliyetçiliğin karşı karşıya gelmesi, milliyetçilik için de, devlet için de intihar etmek demektir. Fakat ne acı bir tecellidir ki, Türkiye Cumhuriyeti kısa tarihi içinde kendini var eden ve varlığının yegâne teminatı olan Türk milliyetçiliği ile defalarca ihtilafa düşürülmüş ve bu ihtilaftan yararlananlar da yabancı fikir cereyanları olmuştur. Bilindiği gibi milliyetçilik, Demokrat Parti’nin ilk yıllarında Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması ve milliyetçi önderlerin cezaevlerine doldurulmasıyla ikinci büyük darbeyi almış, 12 Eylül yönetimi ise, adeta milliyetçiliğe savaş ilan etmiştir. Milliyetçilik, eğer bütün bu ağır darbelere rağmen, çökertilemediyse, bu durumu ancak bir tek gerçekle izah edebiliriz: – Çünkü milliyetçilik, Türk milletinin tabii hali ve varoluş nedenidir.” (Necdet SEVİNÇ, 3 Mayıs 1995, Ortadoğu gazetesi). Millî şairlerimizden Orhan Şaik Gökyay tabutluklarda gördüğü işkenceyi mahkeme savcısı Kâzım Alöç’e şöyle anlatmıştı: “Tabutluğa konulduğum zaman tepemde yakılan 1500 mumluk ampullere baktığımda, 20. yy. Türkiye’sinde değil, 14. asır evvelinde kızgın çöllere sokulan mazlum insanları gördüm.” Prof. Dr. Zeki Velidi Togan ise, boş kâğıtlar zorla imzalattırılmış ve bu kâğıtlara istediklerini yazarak seni mahvedebiliriz diye tehdit edilerek istedikleri şekilde ifade verdirilmesi için sıkıştırılmıştır. (Devamı Yarın)