Hüsnü İnci; “Hadi ağabey. Bizi Alan Yaylasına götür. Erler caddesine gel.” Saat 16.00. Bu saatte yola çıkıp Alan Yaylasına gitmek. Oradan da Şalan Kale’ye. Zaman dar. Ama biz yola çıkalım diye evden çıktım.Hastane önünde Hüs nü hoca bekliyordu. Biraz yürüdük ve araba- ya bindik. Musa Göçer ön koltukta oturuyor. Biliyorum yine sinirlerimle oynayacak. İhtiyarla yola çıkılmaz diyecek, ama inanın umurumda değil. Hassa yolundan Ceylanlı Mahallesine doğru yola devam ettik. Hava sıcak Nem olabildiğince terletiyor. Ceylanlı içinden Alan yoluna doğru gidiyoruz. Hüsnü çocukluk hikayelerini öyle anlatıyor ki insanın içi gidiyor. Haki İnci Hocanın Ceylanlı’daki Öğretmenlik ve Müdürlük döneminde Hüsnü Hoca Kırıkhan’dan yürüye yürüye geldiğini anlatıyor. Aradan kaç yıl geçmiş, o kadar güzel anlatıyor ki o çocukluk yıllarını… Musa bana dönüp “Buralara niye gelmedik Ağabey?” diyor. Eşmişek yoluna doğru döndük Ceylanlı’nın içinden. Tabelada Eşmişek, Alan bakırköy eskortkızlar Yaylası yazıyordu. Yolu döne döne çıkarken Ovayı ve Suriye sınırına kadar olan bölgeyi çok rahat biçimde görebiliyorduk. Bitki örtüsü Makilikten Meşe ve Çam ağaçlarına değişti. Biz döndükçe hava serinliği ve rüzgar artmaya başladı. Üşümeye başladık. Küçük yangın gölünün yanından devam ettikçe yol berbat bir hal almaya başladı. Derin vadilerin ve sıradağların gökyüzünü süslediği bir bölgede durduk fotoğraf çekmek için. Musa usta fotoğrafçılara taş çıkartacak şekilde eğiliyor, kurumuş bitkilerin, ağaççıkların fotoğraflarını çekiyor. Hüsnü hoca bol oksijen ciğerlerine doldurma gayretinde. Güneşin son ışıklarını bulutlar arkasından gösterdiği dağların önünden geçip, virajlı yollardan tırmanmaya devam ediyoruz. İlginç. Yollarda ne bir işaret, ne de gideceği yönü belirten bir levhaya rastlamadık. Yıllar önce bu yollardan Şalan Kaleye doğru giderken en azından yollar iyiydi. Şimdi ise trafik akışının yoğun yaşanmasına rağmen nedense kimse ilgilenmemiş yol yapımı ile. Bir virajı dönerken yapılanma izleri yavaş yavaş belirmeye başlandı. Az kaldı dediğim sırada Hüsnü İnci’nin öğrencisi Hakan Ordulu’nun aramasıyla Alan yaylasına geldiğimizi anladım. Betonarme binalar, park eden araçlar, piknik yapanlar ve bir yayla yerinden çok bir köy, hatta kasabaya gelmiş gibi olduk. Dükkanlar, işyerleri, fırınlar, Camiden yükselen ezan sesi ile ikindi vakti yetiştik bu garip yayla yerine. Hakan’ın telefonla yol tarifi ve döndüğümüz bir yoldan gelen genç yakışıklı bir delikanlı. Ben daha sonra ona “Dayısı kılıklı” demeye başladım zaten. Arabaya bindik ve evine doğru yol aldık. Ne hızlı büyümüş, gelişmiş demeyeceğim ama beton yığını haline gelmiş bir yerleşim. Hakan Ordulu’nun baba evinin yakınında arabayı park ettik. Hüsnü İnci ile Musa ellerinde telefonları başladılar fotoğraf çekmeye. Musa buraya geldiğim ilk zaman daha çocuktuk ve motorsikletle geldim, ama hiç hatırlamıyorum. “Burası Cennet Cennet” demeye başladı. Evet bu dağların en güzel yaylalarından biri. Genellikle muhafazakar, dindar, mütedeyyin insanların yaşadığı bir Yayla. Çam, Gürgen ve Meşe ağaçlarının dört bir yanını sardığı, dağların zirveye yakın bir yerinde düz alanda kurulan bir Yerleşim. İlkbahar ile göçün başladığı ve Okulların açılmasıyla şehirlere taşınan insanların yaşadığı bir yer. Bu yolu takip edip gidersek İskenderun Otobanına ineriz. Akkaya’nın, Mığır’ın zirvelerin göründüğü muhteşem bir yayla. Kış ayların yağan kar nedeniyle kimsenin yaşamadığı yayla evleri bu nedenle kara dayanıklı çatılarla kaplı. Mehmet Ordulu ile Nurettin Bebek geldiler. Mehmet Ordulu, Hakan’ın babası. Beni eski dostlarımdan rahmetli Bostan İbiş’in damadı. Ev sahibemiz çayı demlemiş. Oğlu Hakan’ın Meslek Yüksük Okulu’ndan hocası Hüsnü İnciyi ağırlayacak. Milli Eğitimin deneyimli Müdürlerinden Nurettin Bebek biraz Musa’ya takıldı.“Eski Musa’yı tanırım da sen ne ara böyle tanınmayacak hale geldin?” diye de sordu. Sağolsun bizi kahve içmeye davet etti. Biz ise Hakan’a geldiğimizi, bir müddet soluklanıp, yola devam edeceğimizi söyledik. Ben Doktor Hasan’ın Yayla evini arıyorum.İbrahim Göv’ün emek emek yaptığı eve bakıyorum ama her taraf ev. Allah’tan Mehmet Ordulu tarif etti de gördük. Hasan Ayparlar Atik Yaylasına gidiyor. Kırıkhan’a daha yakın diye. Buradaki eve de yeğeni geliyormuş zaman zaman. Biz yola çıkıp Şalan kaleye gideceğiz. Kaleye de çıkmak düşüncesindeyiz ama.Yol uzun ve zaman kısıtlı. Mu- sa midesinin gurultusuna daha fazla dayanamamış olacak ki Yufka ekmek istedi.Hemen küçük bir sofra kuruldu. Tereyağı, reçel,peynir,zeytin,biraz biber,domates.Çay içiyoruz zaten. Aç kurtlar gibi saldırdık sofraya. Ekmeğin lezzetini tam alacakken ani bir yağmur inmeye başladı. Hüsnü inci ve Musa Göçer tekrar fotoğraf çekmeye. Mis gibi toprak kokusu, yağmurun sesi. Musa dalıp dalıp gidiyor bir yerlere. Bir köşeye oturmuş sigarasını yakmaya çalışıyor. Çamların çiçeklerin, toprağın yağmurla canlanması bu işte. Ben bol bol nefesimi yaralı ciğerime çekiyorum. Beş – on dakika sonra yağmur dindi, bulutlar dağıldı. Gökyüzü bütün tozlardan arınmış bir şekilde masmavi. Karşıdaki dağlar, Mığır, Akkaya bulutlar içinde… Biz gidelim geç oldu derken Mehmet Ordulu Akşam Yemeği için kalın. Mangal yaparız diye ısrar ediyor. Hakan’ın iki genç akrabası da orada. Hüsnü hoca Hakan’ın puanının Kıbrıs Üniversitelerine yettiğini söylüyor… Musa “Buraya niye getirmedin beni?” diye bana veryansın ediyor. Başlıyor hayalini anlatmaya. “Burada bir evin olacak. Öyle çok odalı falan değil. Kitaplarımı getireceğim, her türlü ihtiyacımı stoklayıp kapanacağım. Yazacağım, okuyacağım, yazacağım, okuyacağım…” Hüsnü ise Erzurum ve Doğu Anadolu Yaylalarının, Karadeniz Coğrafyasının vaz geçilmez ısıtıcısı Kuzineyi hayal ediyor. “Burada bir evin olacak. Bir köşede Şöminen, bir tarafta Kuzineyi yakacaksın. Patates pişireceksin, yemek yapacaksın, fırın ekmeği bile yaparsın burada…” diyor. Benim ise altı yıl önce hayallerim kapandı. Artık tek bir hayalim var. O da bu toprakların insanlarına unutulan kültür ve sanatlarını yeniden hatırlatmak. Gerçi bu konuda hem Musa Göçer, hem Hüsnü İnci beni yalnız bırakmıyorlar ama. Benim hayalim de bu… Refik Halit Karay buraları öylesine güzel bir dille anlatır ki, kitabı elinize alın. Hikayenin başladığı yerden çıkın yola. Araba sizi götürür. Siz kitabı okuyun bir yandan da pencereden sağınıza solunuza bakın. Gördükleriniz satır satır, parağraf parağraf yazılıdır. Bu dağları gezmeden mutlaka Refik Halit Karay’ın kitaplarından ÇETE’yi okumanız gerek. Bulunduğumuz yerden başımızı çevirip güney tarafına baksak Elmadağ’ı görürüz. Hatta buradan oraya da gidebiliriz. Yol bozuk, ama yürüyerek birkaç saatte Elmada’a, oradan da Atik Yaylasına geçebilirsiniz. Aşağı doğru inerseniz Yılanlı, Delibekirli köylerine de ulaşmak mümkün. Dr. Hasan Ayparlar geçenler de bu dağlarla ilgili şunları yazmıştı;“Elmadağ bu sıra dağlarının en yüksek tepesidir: 1835 metre.Oradan dört tarafınızı seyredebilirsiniz. Bu dört yön birbirine benzemeyen dört çeşit panoramadır. Güneyde Atik yamaçlarını, Kanuni Süleyman’ın Beylân geçidini, Kızıl dağları, Domuzburnunu, Antakya ve Kuseyr dağlarını göreceksiniz.Kabarmış, şahlanmış, denize basıp bulutlara erişmiş bir yeşillik… sonunda bizim Keldağ, Arapların Cebel Akra dedikleri çıplak Casius, Batıda İskenderun körfezi … Payas, Dörtyol, Yumurtalık,Mersin ve İçel loşlukları ile bütün bu körfez, İskenderun’la Payas arasında bir uyak, yeşil ova göreceksiniz, denize dayanan bir ova. Burası ünlü İssüs savaşının geçtiği yerdir. Asıl adı Issos olan bu ovada İskender, Daryüs’ü yendi ve karısı ile kızını esir etti. Gene İssüs’de bu olaydan 500 yıl sonra Septim Sever, Nigeri yenmişti. Kesin sonuçlu iki savaş alanı yalnız bu tarihi ovayı seyretmek ve düşünmek için saatlerce oturabileceğiniz bir manzara. Doğuda Amik ovası, Amik bataklıkları ve Amik gölü… Işık oyunlarının en fazla cilvelendiği bir yer. Kuzeyde Akkaya ve heybetli Toroslar. Hava açıksa ümit etmediğiniz iki adayı,Güneydoğuda Halep kalesini, batıda Kıbrıs’ı sezmeniz olağandır. Halep nedir? Çölde 400 bin nüfuslu dar bir ada değil mi?” Refik Halit bunları yazmış. Şimdi ben bu iki arkadaşı Şalan Kale’ye bu saatte nasıl götüreyim.Hem zaman yetersiz, hem yol uzun. Gecenin karanlığı ise kocaman bir sessizlik gibi çöker insanın omuzlarına. Sanki bütün dünya omuzlarındaymış gibi sessizlik, nefes bile alamazsınız. Şimdi ben yine Dr. Hasan Ayparlar’ın aktardığı Refik Halit Karay kitabından birkaç satır ekliyeyim de belki Okuma ve yazma alışkanlığı olan bu iki can dostuma yeni bir doğa ufku açarım.
(Devamı Yarın)