HIRS VE DOYUMSUZLUK
İnsanoğlu, esas itibariyle mala düşkün olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla mal edinme ve biriktirme hırsı insanın fıtratında olan bir duygudur. Hırs, psikolojik bakımdan; doymak bilmeyen bir açlık, sınırsız bir tatminsizlik durumu olarak ifade edilmektedir. Mal, makam, şöhret gibi imkânları elde etmek ve bu imkânları gerçekleştirmek için gösterilen şiddetli arzu, tutku manasında da kullanılmaktadır. Çağımızın büyük problemlerinden biri tüketim çılgınlığının nedeni olan “doyumsuzluk” faktörü olarak belirtiliyor. “Ne kadar çok şeye sahip olursak, o kadar çok mutlu oluruz” anlayışı insanları zamanla mutsuzluğa sürüklüyor. Çünkü hayata sadece maddi açıdan bakar duruma geliyor. İnsanoğlu doyumsuzdur. İstekleri, arzuları sınır tanımıyor. Elde ettikçe daha fazlasını istiyor. Hep çoğalmasını arzu ediyor. Evler, yatlar, katlar. Daha fazlası, daha fazlası… Kimi zaman bunların bir faydasını da göremiyor. Çünkü yemesini bilmiyor. Harcamaya kıyamıyor. Parayı hayatını rahat, güzel yaşaması için bir araç olarak görmüyor. Aracı amaç haline getirmiş. Adeta paranın bekçiliğini yapıyor. Para biriktirmede yarış halinde oluyor da hayır yapmada hiç oralı olmuyor. Edindiği mal varlığının kendisine de başkasına da faydası olmuyor. Bazı insanlar tanırım çok zengin olmasına rağmen bu zenginliğini hayatına yansıtamıyor. Fakir gibi yaşıyor. İyi giyinemiyor, iyi yiyemiyor, iyi gezemiyor. Eski püskü kıyafetle geziyor, eski arabaya biniyor, doğru dürüst bir tatile gidemiyor. Bu kadar mal varlığına rağmen ilkel denecek bir hayat yaşıyor. Yani zenginlik onda hiçbir değişiklik yapmamış. Para biter diye korkuyor. Para onun için tek güvence. Savurganlık yapmasını, parayı har vurup harman savurmasını söylemiyorum ama biraz da paranın hayata yansıması gerekir. Bir insanın geliri oranında bir hayat standardının olması kaliteli bir hayat sürmenin de gereğidir. Kazandıklarımızın bir bölümünü elbette tasarruf edeceğiz, iyi gün, kötün için. Bir kısmını da biz yemeyeceksek kim yiyecek? Çocuğunu hatta daha ileri giderek torununu düşünmekten kendisini düşünemiyor. Evlerimizde çok eşya biriktirdik ama depremde her şeyimizi kaybettik. Şimdi gördük ki kullanacağımız kadar eşya almak gerekiyormuş. Gidenlerimiz gitti, geriye yaşadıkları kaldı.
***
TOLSTOY’DAN BİR DERS
Tolstoy’un “İnsan Ne İle Yaşar” adlı kitabını okumuştum. Orada, çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır. Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için Reise gidip talebini iletir. Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım.” der. “Yoksa bütün hakkını kaybedersin.”
Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takati. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz…
Reis olanları izlemektedir. Çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u bu mezara gömerler. Reis Pahom’un mezarının başında durur şöyle der: “Bir insana işte bu kadar toprak yeter!”
*
Sürekli biriktirmek istiyoruz. Yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev… Gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük!