Fikir, sanat ve edebiyat dünyasına baktığımızda sol cenah kendisi gibi düşünmeyenlere, aynı pencereden bakmayanlara karşı bir önyargı ile hareket ediyor. Karşı tarafın değerini bırakın, önemini bile görmek istemiyor, göremiyor ve hatta yok sayıyor. Varsa yoksa kendileri. Körler sağırlar birbirini ağırlar misali. Kültür, sanat, edebiyat alanlarına başkalarını almak istemiyorlar. Çok aşırı bir mahalle baskısı söz konusudur. Bazıları yapmak istese de yapamıyorlar. Yapmak isteyenler de aforoz ediliyor.
Bunu ben de kendi hayatımda defalarca yaşadım. Araştırmalarımda, incelemelerimde, yazılarımda ve kitaplarımda çok geniş bir perspektiften bakmama, hiç kimseyi yok saymadan, herkese yer vermeme rağmen bunu görmek istemeyen insanlarla karşılaştım.
Konusu Hatay olan kitapların tanıtım yazılarını değişik gazete ve dergilerde yıllarca yazdım. Hatta bu yazılarımı bir kitap halinde “Hatay Kitapları” adıyla yayımladım. Bu kitap tanıtım yazılarında her etnik kökenden, her inançtan, her görüşten insanların kitaplarının tanıtım yazılarını yazdım. Kimseyi dışlamadım. Hiç kimseye peşin hükümlü davranmadım. Elbette benim de bir dünya görüşüm, hayata bakış açım var. Omurgalı bir duruşum var. Ama geneli ilgilendiren çalışmalarımda hiçbir zaman ideolojik yaklaşmadım.
“Hatay’ın Yazar ve Şairleri” adlı kitabımı yayımladığımda da aynı şekilde hareket ettim. Yine her etnik kökenden, her inançtan, her görüşten yazar ve şairlere yer verdim kitapta. Herkesi davet ettim, kitapta yer alması için. Her yazar ve şairi Hatay’ın bir değeri olarak gördüm. Araştırmalarımda hep objektif oldum.
Ama karşı tarafın birkaç isim dışında büyük bir kesiminden karşılığını göremedim. Bazı gazete ve dergilerde kitapla, edebiyatla ilgili yazı yazanlar dahi kendilerinin de içinde olduğu kitapla ilgili iki kelam edemediler, etmediler. Bırakın takdir etmeyi, teşekkür bile edemediler.
Karşı tarafın hazırladığı kitaplarda hep kendileri var. “Edebiyatta Hatay” adlı bir kitap çıkarıyorlar ama belli bir kesimin dışındakileri dâhil etmiyorlar. İsmi genel koyuyorlar ama içindekileri dar kapsamlı tutuyorlar.
Yine “Edebiyatta Hatay’ın Atardamarları” konulu panel düzenliyorlar, edebiyatta önemli rol oynamış Hataylı şair-yazarlardan ve Hatay’da yayımlanmış dergilerden bahsediliyor ama sadece belli bir kesimin şair-yazarı ve çıkardığı dergileri sayıyorlar. Çok daha önemli şair, yazar ve dergileri görmüyorlar, görmezden geliyorlar. Acaba karşıdakileri var sayarlarsa kendileri küçülecekler mi? Veya ne kadar boş oldukları mı açığa çıkacak? Kendi tarafları karşı tarafı tanırsa oraya meyleder düşüncesi mi hâkim?
Hayata sol pencereden bakanların çok büyük bir kesimi, kendi cenahlarının dışındakilere bakış açıları son derece dar, 45 dereceyi geçmiyor. Hâlbuki 180 derecelik bir bakış açısını yakalamalılar, hatta bir de arkaya dönüp bakmalı ve 360 dereceyi görebilmeliler. Toplumun kaynaşması, farklı düşünceye sahip insanların birbirlerini tanımaları ile mümkündür. Onları görebilmeli, farkına varabilmeli. Takdir ve teşekkür etmeyi bilmeliyiz. Hak edene hakkını teslim edebilmeliyiz.
Dar açıdan ideolojik bakışlar ve ön kabuller karşıyı tanımamanın başlıca sebebi. Genellikle solcular sanatçının, yazarın, şairin veya bilim insanının sanatıyla, yazdıklarıyla, söyledikleriyle veya bilimiyle değil politik çizgisiyle ilgileniyorlar. “Kendi mahallesinden” değilse, karşısındaki kişi ağzıyla kuş tutsa da anlamı olmuyor.
***
Bu konuda A. Yağmur Tunalı, bir yazısında şu tespitte bulunuyor:
“YİNE KİTABIN ORTA YERİNDEN
Emine Işınsu, milliyetçi bir yazar olarak tanındı. Kendisine bundan dolayı mesafeli olanlar, görmezlikten gelenler çoktu. Dinden yürüyen çevreler geride dururlardı. Kültür sanat hayatımızın baskın gücü sol zümrelerde ondan bahseden olmazdı. Daha doğrusu bahsedemezlerdi. Sol anlayışa göre bir faşistten olumlu söz etmek affedilemez suç gibiydi. En yakın akraba da olsa tutum aynıydı. Teyzesi İsmet Kür yeğenini severdi. Fakat yazdığı yerlerde onun adını geçirmezdi. Pınar Kür de teyze kızı Emine Işınsu’ya yakınlık göstermez, ismi geçtiğinde olumlu konuşamazdı. Bu ne biçim bir şartlanmadır, düşünebiliyor musunuz?
Yaşadıklarımızı yazarak olumsuzluğu beslemek istemem ama diyeceklerimin önemini pekiştirecek örneklere de yer vermek lazım. Uzak bir zaman değil, 2011 yılıydı. Bir sabah TRT asansöründe şair Adnan Azar’la karşılaştım. Adnan, Drama Yayınları Müdürlüğü’nden yeni ayrılmış, yapımcılığa devam eden bir arkadaşımızdı. Cumhuriyet Gazetesi’nin kitap ekinde yazıyordu. “Sabah çayını benim odada içelim, bir şey konuşacağım” dedi. Odasına girdik. Yeni çıkan şiir kitabım Melâl Burcu’nu masaya koydu ve dedi ki: “Yağmur, bu şiirler hakkında Adnan’ın yazması gerekir… fakat yazamam. Bizimkilerin ne düşüneceklerini bilirsin. Beni hoş gör!” dedi. Sonra sohbete romancı arkadaşım Turgay Bostan’la üçlü devam ettik. Adnan’ın üzüntüsünü gidermeye çalıştım. Gel gör ki benim duyduğum acı mahcubiyet onun üzüntüsünden kat kat fazlaydı.
Artık mahalle baskısı denen, her zaman var olacak sosyal olgu da bir cendereye dönüştü. Düşünenlere o baskı ve fikir kalıpları dar geliyor. Birilerini yok saymak medenî bir davranış da değil, biliyorlar. İçleri rahat etmiyor fakat konuşamıyorlar. Yaşadığımız çok yüzlülüğü besleyen zihin bölünmesinin hayatımıza egemen oluşunu yaşamaya böyle mahkûm oluyoruz. Düşününce ahmak işi dehşet bir durum.
1989’da, Halide Nusret Zorlutuna’nın beşinci vefat yıldönümü için bir biyografik belgesel hazırlamıştım. Programda konuşturduğum kişiler arasında Selim İleri de vardı. Çekimden sonra bu konuları açtım. Cumhuriyet’te yazıyordu. Her istediğini, istediği şekilde yazamadığını hissettiğimi söyledim. Özellikle dil bölünmesinden duyduğum rahatsızlığı anlattım ve ne düşündüğünü anlamak istedim. O da dertliymiş ki Ortaköy’de altı saat dertleştik. Aynı kanaatteydik.
İnsanlar bu durumdan rahatsız, biliyorum. Grup-cemaat keskinliğinin kendine yontan ölçüsüzlüğünden kurtulamıyorlar. Bunun için düzelemiyoruz. Değişen pek az şey var. Diğerlerinin değerini değil varlığını bile görmeme eğilimini aynı keskinlikte devam ettirdiklerini bugün de apaçık görüyoruz. Bu konuda cenahlar arasında farklılık şartlara göre şekilleniyor. Gücü ele geçiren hakikati ve tabii vicdanı büsbütün kaybediyor. Yaşıyoruz: İktidar gücünü elinde bulunduranların nobranlığı, kabalığa varan güç dayatmaya yatkın hali insanımızı ve hayatımızı zehirliyor.
Sol siyasete halkın itibarı her zaman düşük seyreder. Kültür egemenliği ayrı. Solun gücü yalınkat kültür de olsa kültürden gelir. Yüksek kültürü temsil etmiyorlar, hiç etmediler. Fakat mensuplarının kültür merkezli bakışı, alanı kontrol edişlerini sağlıyor. Keşke bu gücü toplum yararına, herkese yaymak için gayret gösterselerdi. Takım oyununu en dar şekilde uygulamaya devam ettiler. Kavga vazgeçilmez ilkeleriydi. Tayyip Bey’in siyasette pekiştirdiği biz ve onlar kavgasını bu tavırlarıyla onlar hazırladılar diyemesek de birinci dereceden rolleri vardır.
Tek tek konuşabilen ve anlaşabilen, birbirine ve yazdıklarına yakınlık duyabilenler, kendi mahallelerine dönünce işler değişiyor. Düşüncelerini rahat bırakamıyor, özgür hareket edemiyor ve konuşamıyorlar. Ülkenin başına gelen bu dehşet bölünmeyi konuşamıyoruz.
Dünyada böyle ahmakça yürütülen bir bölünme var mıdır bilmiyorum. Hâlbuki hepimiz Türkçe yazıyoruz. Hepimiz için ölçü aynıdır. Tarih önünde hepimiz aynı şekilde tartılacağız. Fikirler değişebilir. Tartışılırken, onlar üzerinden yapılan edebiyat veya edebiyat üzerinden verilen fikirler de tartışılır. Edebiyat merkezde olmak üzere tartışılır.” (A. Yağmur Tunalı, Yeniçağ Gazetesi-07.06.2022)
***
Edebiyatçı yazar Yahya Akengin ise bu yok sayma, görmezden gelme hakkında şunları söylüyor:
“EDEBİYATA TUTUNMAK
Edebiyat dünyası iyiden iyiye sağ ve sol kamplara bölünmüştü. Soldaki şair ve yazarların arkasında güçlü bir basın desteği vardı. Yaygın kanaate göre de solcu olmadan şair ve yazar olunamazdı.
Yazı hayatına Hisar’da başlayıp da esen rüzgârlara kapılarak sol tarafa geçenler de vardı. Önceleri edebiyat dergilerinde sağ-sol polemikleri de oluyorken, giderek bu da son buldu. Çünkü sol kesimin ideologları bir uzlaşma sağlamışlardı. Oktay Akbal açıkça yazıyordu: “Sağdakilerin aleyhinde bile yazmayın. Çünkü dolaylı yoldan reklamlarını yapmış olursunuz…” Mesela İlhan Geçer, Hisar’cı olmasına rağmen Varlık Dergisi’nde de yazardı. Fakat birileri Varlık’ın sahibi Yaşar Nabi’ye şart koşuyorlar: “İlhan Geçer yazarsa ben yazmam” diye. Yaşar Nabi de İlhan Geçer’e dergisinin sayfalarını kapatmış oluyordu.
Sağ-sol kutuplaşmasının yanı sıra üçüncü bir çizgi olan “İslamcı edebiyat” kesimi ile de uyuşmazlıklarımız, bizi biraz yalnızlığa itmiyordu da diyemem. Çünkü belirttiğim gibi, onlar da sola yakınlaşma havası içerisindeydiler. Asker dönüşü tayin edildiğim Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nde, Necip Fazıl yolunda şairlerden Mehmet Akif İnan’la ve başka bazı “İslamcı”larla beraberdik. O sırada bu arkadaşlar, Nuri Pakdil’in çıkarmakta olduğu “Edebiyat” dergisinden kopmuşlar, “Mavera” Dergisini çıkarmaya başlamışlardı. M. Akif İnan’la iyi dosttuk. Aynı zaman diliminde yayınlanan “Çağ Sürgünü” isimli şiir kitabımla ilgileniyordu. Mavera’da bir tanıtım yazısı yayınlayacaklarını söylüyordu. Aylar geçti öyle bir yazı çıkmadı. Nihayet bir gün M. Akif İnan kendiliğinden açıklama yapma gereğini duymuş olacak ki şunları söyledi: “Kitabınla ilgili yazıyı yayınlamaktan vazgeçtik. Çünkü bir yerde Atatürk geçiyor…” Doğrusu çok şaşırmıştım. Aramızda bu derece ideoloji farkı olduğunu da görüp hayrete düşmüştüm. Çağ Sürgünü’nde yer alan “sakıncalı” mısralar şunlardı:
Mırıldanır yanık Rumeli türküsünü Kemal Paşa,
Yanık topraklar üstünden ufka doğru
Ve bir daha başlar yolumuz aşka doğru
Benim gözümde Mustafa Kemal Paşa vatanseverliğin büyük sembolüydü.
Daha sonraları bu ayrışmanın siyaset sahnesine taşındığını görecek, büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktım. Nitekim etnik ayrımcılığın bir siyaset malzemesi olarak kullanılmasını da “Milli Görüş”ün yol haritasında görecektik. Zaman ilerleyecek Necmettin Erbakan’ın ekolünden yetişenler Türkiye’de tam iktidar olacaklar, onların bu yoldaki fütursuzlukları Necmettin Erbakan’ı bile milliyetçi çizgide görmemize yol açacaktı. Bu hal, Türk Milletinin tarihi bir kırılma noktasına sürüklenmesidir.” (Yahya Akengin, Bir Semaverlik Muhabbet, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2010, s. 27, 28, 29)