Hata; nefes alıp veren, aklı ile hareket edip yol giden, toplum içinde yaşayan… Ve; insan olarak yaradılışın tuzu-biberidir aslında. Nasıl ki yüce yaradan sadece “düşünebilen ve aklı erenleri” yaptıklarından sorumlu tutuyorsa, bizler de bunların dışında kalanlardan gelen sıkıntıları, hata olarak değerlendiremiyoruz.
Belki aklı başında olanın hata yapmayacağını düşünebilirsiniz. Tabii ki bilerek ve düşünerek, tasarlayarak yapıldığında bunun ismi de değişiyor, hükmü de… Suç ve karşılığı da mutlak ceza…
İnsanlığın var oluşundan bu yana hep…Uğruna bir ömür harcanan… Varı yoğu yolunda tüketilen yuvaları yıkan, dostlukları bozan, sevenleri ayıran, akrabayı birbirine düşüren… Bin bir zahmetle ve meşakkatle kurulan aile çatılarını çökerten… Küçük ve “zelle” diyeceğimiz hatalarımızdır.
Hatanın şiddeti ve sınırları da hep tartışma konusu olmuştur. Bunun, hataya maruz kalan kişinin bakış açısı ve dayanma gücüne göre de değişebileceğini iddia edenler olmuştur.
Bilmeden, istenmeden, farkında olmadan, kasıtsız be garazsız yapılanların hata olduğu ve bir yere kadar tolere edilebileceği… Böyle bir durumla karşılaşanın, dayanma gücü nispetinde hayata pozitif bakabileceği… Hataya hata ile karşılık vermenin; ateşe körükle gitmekten başka işe yaramayacağı… Kıvılcımı harlamaktan öteye gitmeyeceği… Zaten sayılı verilmiş dünya hayatını, her iki taraf için de yaşanılmaz edeceğini anlatan menkıbelerle dolu tarih kitapları…
“Affetmek erdemdir, affetmek büyüklüğün şiarındandır” sözleri size çok sıradan ve klişe bir laf gibi gelecek ama… Bahsettiğmiz insanlık tarihi bunları doğrulayan hayat hikayeleriyle doludur.
Asıl affedici ve merhametin kaynağı yüce Yaradanın biz acizlerin muhatap alması bile buna işaret eder. Israrla affetmesinden, affadeceğinden, affı sevmesinden ve affedenleri seveceğinden bahsetmesi de bundan olsa gerek. Onun gönderdiklerini kulak veren, kabullenen ve yolunda gidenler de aynı şekilde düşünmüş ve muamele etmişlerdir.
Büyük elçilerinin; yalnızlaştırmaya, ötelenmeye, hakaretlere, işkencelere ve kabullenilmemeye karşılık vermemeleri… Onlardan şikayetçi olmamaları… Yapılanları merhemetleriyle örtmeleri… De hep bundandır.
Hiç düşündünüz mü…
Mevla, ilk insan Adem (a.s)’ ı affetmeseydi ne olurdu insanlığın hali?
Yusuf (a.s) önce kuyuya atan kardeşlerini, sonra Zeliha’yı affetmeseydi… Yunus (a.s.)’ın; balığın karnındaki cezasını sonlandırıl masaydı… Eyüp (a.s.) dertlerden kurtarılmasaydı…
İnsanlığın sevgilisi peygamberimiz; akla hayale gelmeyen zulümlere karşı gadaplansaydı… Emrine amade olan meleklere: “Bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı” diyerek mani olmasaydı… Zulmet çağında karşısında kılıç sallayanları… Gözbebeği amcasını hunharca katledenleri, vahşi ve diğerlerini; “gözüne görünmemek şartıyla” affetmeseydi…
Saadet çağının belki de en zor katlanılan hali de buydu… Zulmet zamanından kalan tüm acıları “bir daha açmamak üzere” yerin dibine gömmek, üzerini toprakla kapatmak… Sahi, böyle yapılmasa tarihte asr-ı saadet diye bahsedilir miydi o zamandan?
Kendi tarihimizin de sıkıntılı devirleri atlatıp, ışıltılı dönemler geçirmesinde de rastlarız affetmenin nimetlerine. Alparslan, yendiği komutanı affedip iaşesini verip göndermesi buna bir örnektir.
Devir değişse de, insan aynı insan. Önemli bir fark var ki, insanoğlu birbiriyle fazla içli dışlı yaşıyor ve olumsuz durumlarla karşılaşma ihtimali de çok yüksek. Bu yönüyle de, neyin hata neyin suç olduğu da ayrıştırılamaz hale geldi. Hatta öyle ki, hataların sıklığı “biriktirmelere” sebep oluyor, sonu hoş olmayan yerlere gidiyor. Ne zahmetlerle kurulan ailelerin dağılma oranlarının artması… Cinayet haberlerinin ekranlardan taşması… Tebessümün yerini gergin suratlarına alması da bu sebepten olsa gerek…
Kazançlı çıkmak ve “Allah affedicidir, affetmeyi ve affeden sever” müjdesinden nasiplenmek bizim elimizde. Düşünenler için burada da bir hayır vardır. Hadi o zaman kazançlı çıkmaya, ne dersiniz…?