Buğday’a Senfoni « Kırıkhan Olay Gazetesi-Hatay'da Hızlı doğru tarafsız haberciliğin merkezi

22 Aralık 2024 - 17:12

Buğday’a Senfoni

Buğday’a Senfoni
Son Güncelleme :

03 Şubat 2020 - 8:42

   Hatay Milletvekili  Hüseyin Yayman,  Gazi Üniversitesi öğretim üyeliği  yanısıra  Türkiye genelindeki bir gazetede yazarlık yaptığı dönemde  Buğday’la ilgili yazdığı bir yazıyı  sizlerle buluşturduk.

İşte, Milletvekili Hüseyin Yayman’ın kaleminden Buğday’a Senfoni

Kadim Antakya’yı arkanıza alıp kuzeye doğru kıvrılan karayoluna girdiğinizde yolun sağında ve solunda yeşil, sarı, boz renkte tarlalar görürsünüz. Yol kenarında bir süs gibi duran beyaz, pembe ve kırmızı renkli zakkumlar yörenin peyzajı içinde önemli bîr yer tutar. Aziz Petrus’u sol yanınızda bırakırken tarihe ve zamanın türlü yıkımlarına direnen ulu mabet size el sallar. Yol boyunca Asi Nehri kimi yerde tam kıyıdan kimi zaman da az öteden size eşlik eder. Asî ovada durgunlaşıp hızını kaybettiğinden burada menderesler yaparak ilerler. Yaz mevsiminde suyu kuruyup çekilen nehir yatağı çocukların oyun alanı haline gelir. Küçükdalyan beldesinde Karasu çayı ile birleşen nehir ovaya hayat vererek yoluna devam eder ve Tekebaşı mevkiinde delta oluşturarak Akdeniz’e kavuşur. Asi Nehri, Hatay’da bir ırmak olmanın çok ötesinde anlam taşır ve Mısır için Nii Nehri ne ise Hatay’da da Asi o manaya gelir. Hani o meşhur “Mısır, Nil’in çocuğudur” sözünde olduğu gibi bir anlamda da “Amik, Asi’nin kader arkadaşıdır”. Asi Nehri, Lübnan dağlarından kalkıp Amik Ovası’na geldiğinde artık yükünü almış ve yorgun düşmüştür. Ova onun için binlerce yıldır taşkınlarıyla suladığı bereketli topraklar demektir. Nehir denize ulaşmadan önce son molasını bu bereketli topraklar üzerinde verir.

Narlıca, Suvatlı arkanızda kalırken yol kenarındaki bereketli topraklar gözünüzü alır. Burada ovanın ne kadar bereketli olduğunu ifade için halk arasında “kuru çubuğu diksen yeşillenir” sözü kullanılır. Bu yolu takip ettiğinizde kırk dakika sonra sizi bir vahayı andıran Roma Dönemi’nde İmma şimdilerde ise Yenişehir Gölü denilen mesire alanına ulaştıracaktır. Adını Derviş Paşa iskânı sırasında buraya yerleştirilen Reyhani aşiretinden alan ilçenin ismidir Reyhanlı. Burası etnik bakımdan farklı milletlerin ve farklı dillerin konuşulduğu bir yerdir. Tarihi, Hititlerden Asurlulara ve Romalılara kadar uzanan bu ilçe höyükleriyle meşhurdur. Reyhanlı, Türkiye’nin güneydeki sınır kapısı Cilvegözü’ne ev sahipliği yapan ve Türkiye’yi ve Avrupa’yı Ortadoğu ve Afrika’ya bağlayan bir sınır kapısıdır. Avrasya’nın denize açılan kapısı konumunda olan mevki tarihî İpek Yolu silsilesinin önemli bir mola yeridir. Tarihî Cudeyde Höyüğü, tampon bölgesinde kalan Kızlar Sarayı, tarihî Şark Hamamı, Yenişehir Gölü görülmeye değer yerlerdir. Reyhanlı, Şam, Halep, Hama, Humus gibi Suriye vilayetlerine Ankara’dan daha kolay ulaşabilen ve her saat ulaşım imkânının olduğu, sokaklarında Arapça’nın konuşulduğu ve Arap ezgilerinin çalındığı bir yerdir.

Asi’nin hayat vermesiyle beslenen ovada, senede üç ürün almak mümkündür. Burada toprak ana hiç olmadığı kadar cömerttir insanoğluna karşı. Tabiatın bu alicenaplığından ötürü yörenin insanı da olabildiğince gözü bol ve yardımseverdir. Amik Ovası’nda hiç kimse tane hesabı bilmez ve ovada yetiştirilen tüm ürünler harman hesabıyla yapılır.

Kavun, karpuz, domates -ki domatesin buradaki mahalli adı banadura’dır- mısır, havuç, pamuk, arpa, buğday aklınıza gelen tüm ürünler burada harman halinde yığılır ve yakından geçen insanlara ihtiyaçları ne kadarsa takdim edilir. Yol kenarında bîr kavun tarlası gördüğünüzde arabanızı sağa çekip gidip tüketeceğiniz kadar kavunu ya da salatalığı rahatlıkla alabilirsiniz.

Köyün harman yerine yığılan mahsullere kimse dönüp yan gözle bakmaz, sadece inek ve koyunların zarar vermemesi için birkaç çelimsiz çocuk başında bekler. Burada çocuklar yaz boyu kavurucu sıcağın altında oynadıklarından ve ilk fırsatta dereye kaçıp çimdiklerinden, saçları bozararak güneş rengini almıştır. Dereye atılan karpuz veya kavun bir müddet suda serinledikten sonra büyükçe bir taşa vurularak bölünür ve ağızdan sular aka aka elle yenir. Çocuklar dereye çoğunlukla annelerinden izinsiz gittikleri için eve geldiklerinde onları sıkı bir azar bekler. Türlü cezaya rağmen yaz boyunca bu şölen devam eder; ta ki güz mevsimi gelip mektepler açılına kadar.

Ova o kadar bereketli ve ürün o kadar boldur ki, eğer mevsim uygun giderse bir dönümden ortalama sekiz dokuz ton havuç ya da bir dönümden bir tona yakın mısır almak mümkündür. Bu rakamlar Hollanda gibi, İsrail gibi gelişmiş ziraatçılık yapılan memleketlerin yanında belki düşük kalabilir ama, Türkiye’nin diğer yöreleriyle mukayese edildiğinde oldukça yüksektir. Getirisi daha çok olduğu için yakın zamana kadar ovada pamuk ekimi yapılırdı. Son dönemde girdilerin yükselmesine bağlı olarak pamuk tarımı yerine buğday-mısır ekimi yaygınlık kazanmaya başladı. Güzün tarlaya ekilen buğday, baharda ekin haline gelip başak bağladığında ovada Nisan ayı, dağ köylerinde ise Mayıs’tır. Dağda bahar uzun sürdüğünden yaz da gecikmeli gelir. Susuz kıraç tarlalarda buğdayın hasadı daha erken olur.

Buğday; uğruna savaşların verildiği kutsal ürün. Amik Ovası’nda buğdaya Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi ekin derler. Baharda hafif rüzgarlı havada dalgalandığında yeşil denizi andıran ekin tarlaları, Mayıs sıcaklarıyla sararır ve olgun başaklar başını aşağıya çevirir. Dolu buğday başağı bu haliyle insanoğluna en temel tasavvufi hakikati hatırlatır. Reyhanlı yoluna devam ettiğinizde yolunu iki yanında kalan buğday tarlaları size altın sarısı bir denizde uçtuğunuz hissi verir. Asi üzerindeki tarihi Demirköprü’yü geçtikten sonra sizi karşılayan Devlet Üretme Çiftliği eski ihtişamlı günlerini arar vaziyettedir. Bu mıntıka ovanın en verimli arazilerinin olduğu yerdir. Çiftlik arazisi o kadar geniştir ki, aynı anda beş altı biçerdöver yan yana ekinleri biçer ve traktörler römorklarla buğdayı ambarlara taşırdı. Düşünsenize, sarı bir denizin içinde karınca misali oradan oraya koşuşturan insanlar ve makineler… Halkın ‘deniz’ adını verdikleri Amik Gölü’nün kurutulmasıyla tarıma açılan araziler içinde en kıymetli topraklar bu muhittedir. Halihazırda ciddi su sorunu yaşanan bölgede sulama sorunu çözüldüğünde yeni bir Amik Ovası daha kazanılacaktır.

Üretme çiftliğinin hemen karşısında Suriye hududu ve sınır teli vardır. Yol burada sınır telinin hemen yanında ilerler. Yolun sol tarafında buğday tarlaları, sağ tarafında ise Suriye toprakları vardır. Suriye devlet sınırıyla yol sıfır noktadır. Telden adımınızı bir adım ileriye attığınızda Suriye topraklarına ve mayınlı araziye geçmiş olursunuz. İnsana saçma ve tuhaf gelen bu durum sınırların bazen nasıl suni yapılanmalar olduğunun çarpıcı bir örneğini oluşturur. Eğer hayatınızda hiç sınır boyu ve sınır teli görmemiş iseniz burayı muhakkak görmelisiniz.

Ovada genellikle dönüme yedi yüz-sekiz yüz kilo buğday alınır ki gerçekten bu rakamlar harikadır. Fakat yörenin her yerinde toprak bu denli bereketli değildir, özellikle susuz ve kıraç arazilerde buğday verimi üç yüz kiloya kadar düşer. Gübre, mazot, tohum ve işçilik ücretlerinin bu denli yüksek olduğu bir dönemde bu rekolte tamamen zarar demektir. Zarar etmesine rağmen çiftçi bazen alışkanlıktan, bazen mecburiyetten, bazen de yapacak başka bir işi olmadığından buğday ekmeye devam eder. Buğday yörede kutsallık mertebesine erişmiş bir mahsuldür. Buğday, tohumundan başlayarak, un haline gelinceye değin her safhasında ilahî bir saygı görür. Buğday burada nimettir, yerden alınıp öpülerek başa götürülür ve yüksekçe bir yere bırakılır. Uğruna savaşların çıktığı bir üründür buğday. Tarih öncesi kazılarda, kral mezarlarının içinde tılsım olarak bırakılan buğday yörede bereketi ve zenginliği sembolize eder. Küplerde saklanan buğday aynı zamanda medeniyetin de nişanesidir. Amik’te beyaz gelinliğini giymiş kızların yeni evlerine girerken kapıda başına buğday serpilir. Yani burada buğday doğumdan, düğüne ve ölüme kadar hayatın ta kendisidir.

İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık yıllarını hatırlayan büyüklerimiz buğdayın ehemmiyetini anlata anlata bitiremez. Gerçekten de uğruna savaşların çıktığı buğday tanesi, küresel ısınmayla birlikte petrol kadar stratejik bîr ürün haline gelmiştir. Tüm Anadolu’da olduğu gibi burada da buğday hayatın ta kendisidir. Zaman ve mekân buğday hasadına göre şekillenmiştir. Buğday, ziraatı yapılan bir üründen ziyade kutsal bir varlık haline gelmiştir. Buğday kadar insanoğlunun yüreğine giren çok az ürün vardır herhalde. Gerçekten de ilk mağara resimlerinden taş devri kabartma resimlerine baktığımızda buğday barışın ve bereketin sembolü olarak her daim başroldedir. Kimi zaman kudretli bir kralın elinde barışı, kimi zaman genç bir kızın elinde bereketi simgeler. Buğday kadar insanoğlunun hayatını şekillendiren ve uğruna harpler yapılan başka bîr mahsul yoktur sanırım.

Buğday başağından yapılan süsler burada hemen her köy evinde görebileceğiniz doğal süslerdir. Duvara asılıp içine gurbette olan torunun veya tezkere bekleyen mehmetçiğin solgun resminin konulduğu yerdir buğday başağı. Refik Halit Karay’ın benzetmesiyle, “…buğday süründüğü yeri aziz eder, geçtiği ele bereket verir, bittiği toprağı şenlendirir; bollaştığı seneye şan bırakır. Altınsız, kömürsüz, kitapsız bir dünya mümkündür, buğdaysız dünya olamaz. Ekinleri ufka kavuşan ovalarda buğday başakları esenlik işareti gibi görünür. Zaten dolgun ve kızarmış bir başak ziynet eşyasına, süse benzer, o kadar ince, zarif, çalışılmış bir iştir. Bolluk ve bereket simgesi olan buğday başağı, aynı zamanda servet, emniyet, kuvvet belirtisidir.”

Hasadı, teknolojinin bu kadar gelişmediği zamanlarda orakla yapılan, öküz arabalarıyla harman yerine taşınıp yığılan ekinler burada bîr müddet bekletildikten sonra atların ve öküzlerin çektiği çerçer denen ilkel aletlerle sapından ayrılırdı. Çerçer, genişçe bir tahtanın altına taşların yerleştirilmesiyle oluşturulan ve hayvanların çekerek yuvarlak bir çember çizdiği platformdu. Bir anlamda döven yerinin adıdır, harman yeri. Önce buğday taneleri başaklarından ayrılır, daha sonra bu rüzgarda savrulurdu. Buğday tanelerinin ayrılmasıyla bu defa kışın hayvanlara yem olması için buğday sapları toplanır ve toprak damlarda saklanırdı. Teknolojinin ilerlemesiyle biçerdöverler tüm bu işleri yapmaya başlarken, saman da patos denen makinelerle damın içine kadar el değmeden girmeye başladı.

Buğday denince aklıma çocukluğumu geçirdiğim ova köyündeki harman beklediğim yıldızlı geceler ve pilli radyodan dinlediğim Neşet Ertaş, Mahzuni Şerif türküleri gelir. Hele o “işte gidiyorum çeşmi siyahım” yok mu, o çaldığında -ki nedense de çok az çalardı- nefes almadan dinlerdik. Akşamın ilerleyen saatlerinde demli çaylarla koyulaştırılan sohbetler, biçercilerin anlattıkları hikâyeler, sivrisineklerin saldırırcasına ısırmaları ve çocukların kör ebe, saklambaç oyunları yatsı ezanına karışırdı. Yatsı ezanı hem günün sonu, hem de yat zamanı demekti. Harman yeri, biçerciler, buğday yığınları, kavun tarlaları, kuzu çobanlığı, derede çimmeler, sarı sıcak yaz mevsimi ve yıldızlı gecenin altında ilk akşamdan sızıp kalmalar… Bizim kuşağın çocukluğu böyle geçti ve sanırım bu normal bir hayat değil, bir  şölendi…

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.