Denizin kenarındayım. Masada üç kişiyiz. Hava sıcak. Denizde ufak ufak kıpırtılar. Keldağ her zamanki yerinde dimdik duruyor. Bir tekne yolunu şaşırmış kumların üzerinde denizle buluşacağı günü bekliyor. Hasırdan gölgelikler kum üzerinde gölgelerini gezdiriyor.
Nene ayakkabılarını çıkartıp o ateş gibi kumların üzerinden yürüyerek deniz kenarına geçmek istiyor. İsmail “Ey Vasi” diye başlıyor anlatmaya.
Nene sıcak kumlara dayanamıyor. İsmail anlatmaktan vaz geçmiyor bana Samandağ’ı. Ah diyorum. Ah be zaman! Sen ne yaman bir şeysin böyle.
Beyaz bir kelebek dışarı çıkmak için çırpınıyor. Buraya nereden geldi, nasıl geldi bilmiyorum.
Başlıyorum fotoğraflarını çekmeye. Elim deklanşörde basılı tutuyorum. Camla mücadele ediyor adeta. Dışarı çıkmak istiyor gibi. Bir karış beriye gelse dışarıya çıkacak. Rüzgâra bıraksa kendini kim bilir nerelere gider. Ama inadına küçük bir alanda çırpınıyor. Sonra kanat çırpınışları durdu Kelebeğin. Bir iki hareket daha ve…
Yapıştı pencerenin kanadına. Öylesine durdu.
Nene ayakkabısını yeniden giydi ve kızgın kumlar arasında yürüyerek deniz suyunun başladığı çizgiye kadar gitti. Bir kadın ve bir genç erkek kumları geçerek denizin kenarına kadar gittiler.
İsmail domates getirmişti. Arabanın bagajına koymuştuk. Doğal domates ektiğini ifade ediyordu. Haftada bir, bir buçuk ton topluyormuş. Samandağ da tarımsal seraların sayısının arttığını, yılda üç kez sebze üretildiğini anlatıyor. Ben kelebeğe bakıyorum. Hiçbir hareket yok kanatlarında. Ayakları da hareket etmiyor. Öylesine tutunmuş bir kenarına pervazın.
Nene kumları aşa aşa geldi. Pencereyi geçti. Bir açık çay istedi. Biz de birer çay daha içtik. Az ötede Hızır türbesi. Araçlar dönüyor türbenin etrafında. İnsanlar dilek tutuyor. Sevdikleri için dua ediyorlar.
Aklım kelebekte. Elime almak istiyorum. Ama cesaret edemiyorum. Aklım onda. Nene “kalkalım artık” dedi ve kalkıp yola çıktık. Türbenin yanında aracımızı park ettik ve içeri girdik Nene ile. Uzaktaki için dua etmeye başladım, birkaç dua sonrası “kendine neden dua etmiyorsun. Aslında sen en çok duaya muhtaç olansın” dedi iç sesim. Öyle ya. Kaç zamandır yalnız yaşıyorum. Anılarımla, hayallerimle, umutlarımla yaşıyorum.
“Hayırlı ise” diye başladım duaya. Hayırlı ise dileğim yerine gelsin Rabbim. Kendi kendime “Amin” dedim.
Antakya’ya doğru yola çıktık. Nene evine gitti. Ben evime döndüm. İsmail domatesleriyle bıraktık.
Bu gece fotoğrafları gözden geçirdim. Kelebeklerin fotoğraflarını görünce “Öldü mü?” sorusu içimi kemirmeye başladı. Bir daha baktım fotoğraflara, bir daha baktım.
Kelebekler 24 saat yaşarlar diyor biyologlar. Ben fotoğrafı çektiğimde kelebeğin ölümüne saniyeler sanırım bilemedim.
Hayat bu. Kelebeğin ömrü 24 saat. Bizim ömrümüz ne kadar bilen var mı? Bu fotoğraflara baktıkça ömrün anlamını ta yüreğimde hissettim ve kendi kulağıma fısıldadım. “ibret al” iyi yaşamak için ne yapmak gerek bilen var mı?
Hani “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine.” Öyle mi yaşamalıyım. Ah be kelebek ne işler açtın başıma. Şimdi nasıl uyurum. Şimdi nasıl bakarım kelebeklere ve kelebekler gibi yaşayanlara…
“En önemli şey AŞK
Onu doya doya yaşa bir
Ne yapmayı sevdiğini bul ve o sevdiğin şeyi yapabiliyor musun ona bak
Yapamıyorsan boşuna enerjini tüketme, yapabilenler yapsın
Yapabiliyorsan dünyanın en şanslı insanlarında birisin, dilini ısır, kimseye söyleme
Sevdiğin insanlar bul
İşlerini onlarla yapmanın yollarına bak
Hayat; YAP, ET, ÇALIŞ, BAŞARLA geçiyor
Ve bu maraton çok sevdiklerinle geçerse, iş yapmamış sürekli aşk yapmış olursun
Bir kaç kişinin elini sıkı sıkı tut
Onların dertleriyle dertlen, mutluluklarıyla uç, dediklerine kulak ver
Onları kaybetme
Her şey değiştiğinde senin en orijinal halini bilip sevenlere ihtiyacın olacak”
Benim onlara ihtiyacım olacak… olacak…olacak…
Ve
Kelebeğin Ölümü’ nü bir daha seyretmeyeceğim.
A.Vasi Köse
19.05.2017 saat 05.42