27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında üniversiteden uzaklaştırılan ve 147’likler diye bilinen akademisyenler arasında yer alan Prof. Dr. Fuat Sezgin, 1961 yılında Almanya’ya gider ve 1982 yılında J.W. Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü ve 1983’te buranın müzesini kurar. Bu müzede, İslam kültür çevresinde Müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergilemektedir. Aynı zamanda İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin açılmasına önayak olmuştur. 24 Ekim 1924 Bitlis doğumlu olan, dünyanın önde gelen tarihçilerinden, 27 dil bilen, İslam Bilim Tarihi araştırmacısı Prof. Dr. Fuat Sezgin 94 yaşında 30.06.2018 tarihinde tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.
Günde 17 saat çalışan Prof. Dr. Fuat Sezgin “İslam Bilim Tarihi” adlı eseri yazmak için 60 ülkeyi gezmiş, yüzlerce kütüphanede 400.000 cilde yakın yazma görmüş. İstanbul’da o zaman 200.000’den fazla yazma varmış.
Bütün Avrupa’nın kütüphanelerini görmüş. Fas’tan Kahire’ye kadar bütün kuzey Afrika’nın, Suriye ve İran’ın kütüphanelerini görmüş. Hindistan, Rusya ne varsa bütün ihtimalleri denemiş. Birinci cilt 1967’de çıkmış. Alman ve Fransız oryantalistler arasında şu kanaat hâsıl olmuş: “Bunu ancak bir komisyon yapar!” Açıktan, “Bu bir komisyon işidir, bir fert tarafından yapılamaz” diyorlardı. Hatta Bernard Lewis, “Bu işin bir Türk’ün yapacağına inanmıyorlar” dedi.
“İslam Bilim Tarihi” adlı kitabın birinci cilt dini ilimlerdir. Mesela tefsir ilmi, hadis ilmi, tarih ilmi, akide, kelam ve tasavvuf… Bunları ihtiva ediyor.
İkinci ciltte edebiyat, şiirden bahsediyor.
Üçüncü ciltte tıp, zooloji, veterinerlik.
Dördüncü ciltte simya, kimya, botanik ve ziraat.
Beşinci ciltte matematik.
Altıncı ciltte astronomi.
Yedinci ciltte astroloji, meteoroloji.
………
Böyle gidiyor. Yani bunlar bilimler tarihinin özeti.
Müslümanlar kimya tarihi bakımından modern kimyanın temelini atmışlar.
Onuncu ciltte “İslam’da matematiksel coğrafya”dan bahsediyor.
Şu ana kadar 18 cildi yayınlandı.
Bilim Tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin ile Bilim Tarihi üzerine sohbeti yapan Sefer Turan’ın hazırladığı “Bilim Tarihi Sohbetleri” adlı kitabın Timaş Yayınları’ndan çıkan birinci baskısı 2010 yılında yapılmış, elimdeki ise 2011 yılında çıkan ikinci baskısıdır. Kitabı Hatay Cemil Meriç İl Halk Kütüphanesi’nden temin ettim.
Sefer Turan tarafından söyleşi şeklindeki “Bilim Tarihi Sohbetleri” adlı kitabı okuduğumda altını çizdiğim satırlarda Prof. Dr. Fuat Sezgin şu tespitlerde bulunuyor ve düşüncelerini şöyle aktarıyor.
Allah’ın insana büyük kudret verdiğine inanıyor ve bu konuda şunları söylüyor:
“Büyük âlimlerden biri de, 8. yüzyılda yaşamış olan Cabir İbn-i Hayyan’dır. Esasında kimya bilimiyle başladı, ondan sonra da genişleterek tabiat olaylarıyla ilgilendi. Bu adam diyor ki bize: “Allah insana kâinatın bütün sır perdesini yırtacak kabiliyeti vermiştir!”
Yani beşer bu kâinatta her sırrın çözümüne ulaşabilir. Aristoteles ise tam tersini söylüyor: “Biz bunu yapamayız” diyor. Cabir İbn-i Hayyan öyle bir adam ki “kâinat, matematiksel ölçüler esasına göre yaratılmıştır” diyor. Yani “hisleri bile ölçebiliriz. Ölçemediğimiz herhangi bir şey, bilimin konusu olamaz!” diyor adamcağız. Mesela tuhafınıza gidecek ama İbn-i Hayyan’ın “tevlîd” diye bir prensibi var. Diyor ki: “Allah beşere yeni şeyler üretme kabiliyetini vermiş.” Bunu derken de Müslüman olduğunu inkâr etmiyor. “Allah bize bu kabiliyeti vermiş” diyor. “Halkullah, halkun lena” yani “Allah’ın yaratması ve bizim yaratmamız” diyor. Fakat bunu söylerken bu duruma dinden uzaklaşmak anlamında bakmıyor. Bunu 8. asırda söyleyebiliyor.” (s. 80, 81)
Farklı insanların ve kültürlerin bilime katkısını birbirinin tamamlayıcısı olarak görüyor ve şöyle diyor:
“Ben bilimlerin tekâmül kanununu, bir nehre benzetiyorum. Çok uzun zamandır kafamda böyle bir tasavvur var. Nehir küçük kaynaklardan çıkıyor, yavaş yavaş çoğalıyor, bir eğimden aşağı süratle akıyor. Ovaya doğru hızla akıyor ve ovada hem genişliyor hem de sürati azalıyor. Sonra bir daha toplanıyor ve yeniden hız kazanıyor ve bu şekilde sürüp gidiyor. Bilimler, farklı insanların elinden geçerek, farklı kültür dünyalarından geçerek yavaş yavaş gelişiyor. Ve bugünkü haline geliyor. Ben böyle tahayyül ediyorum.” (s. 81)
İlmi çalışmalarda kaynak verme konusunda şunları ifade ediyor:
“Avrupa’da Latin dünyasında 18. yüzyıla kadar kaynak verme mefhumu yok. Müslümanlardan tercüme ettikleri kitabın üzerlerine çoğu zaman kendi isimlerini koyuyorlar. Bütün bunlar bilinmiyor maalesef. Müslümanlar da bu haklarını müdafaadan aciz vaziyetteler. Onlar da bu gerçeği bilmiyorlar çünkü. Mesela, Galen’in kendi adıyla göze dair bir kitabı vardı Avrupa’da. 1928 senesine kadar bu kitap onun zannedilirdi. Julius Hirschberg adlı Yahudi kökenli bir Alman bilgini bunun Huneyn bin İshak’ın kitabının tercümesi olduğunu keşfetti. Hirschberg İslam’da, göz tıbbının, 10. yüzyılda Avrupa’daki 18. yüzyıl düzeyinde olduğunu göstermişti. Yine, İbn-i Sina’nın taşa dair bir kitabı, 20. yüzyıla kadar Aristo adı altında tedavüldeydi. Bir başka bilgin de bunu keşfetti.” (s. 82)
“Latin dünyasına baktığınızda, kaynağa işaret etmek, kim kimden almış bu türden bir mefhum orada da yok. Başkalarının malını bir başkasına mal etmek Latinlerde normal çalışma tarzı bir şey. Ama Müslüman dünyasında öyle değildi. Müslüman dünyasında başka bir alma verme vardı. Müslümanlarda bir “adil tenkit” var.” (s. 93)
“Kaynak veren tek kültür dünyası İslam kültür dünyasıdır. Avrupalılarda kaynak verme mevhumu yoktu. Yunanlılarda çok azdı ama Avrupalılarda tamamıyla silindi. Hatta tam aksi de var. Mesela, 11. yüzyılın sonuna doğru İtalya’da 25 tane çok mühim Arapça tıp kitabını tercüme ediyorlar ve bunların 25’ini de ya kendilerine ya da Yunanlılara nispet ediyorlar! İbn-i Sina’nın taşlara dair kitabını Aristo’ya mal etmeleri gibi. Yine Huneyn bin İshak’ın kitabını Galen’e nispet ediyorlar. Bu tip çok misal var. Müslümanlar ise kaynak veriyorlar. Bir de şunu anlamadılar… Mesela, Taberi Tefsiri’ni aldığınız zaman orada kaynak şu şekilde gösterilir: “Filan filana, o da filana, o da bana söyledi ki” şeklinde olur. Modern insanlar ise Taberi’nin bu şekilde zikredişini, sözlü rivayetler zannediyorlar, yanılıyorlar. Hâlbuki bunlar kaynakların dipnotlarıdır.” (s. 95, 96)
“Müslümanlar ecnebi hocalardan öğrendiler, onlarla birlikte çalıştılar, komplekse kapılmadılar, aşağılık duygusu hissetmediler. Bu çok mühim… Yani Müslümanlarda aşağılık duygusu yoktu! Bilgiyi Aristo’dan alınca Aristo’yu düşman görmediler. Ondan “Büyük üstat” diye bahsettiler. Bu tavır bilimin yolunu açtı. Avrupalılarda bu yol açık değildi.” (s. 96)
İlk bilimler tarihi kitabı ve bilimler tarihinin kurucusu hakkında şu bilgileri okuyoruz:
“Tam bir bilimler tarihi denen ilk kitap İbnü’n-Nedim’in el-Fihrist’idir. Bu kitap tam manasıyla bir bilimler tarihi kitabıdır. Bu adamcağız kitabında sadece Müslümanlardan değil Araplardan, Yunanlılardan, Babillilerden, Hintlilerden hatta Çinlilerden bile bahsediyor. Ve bütün bunları bir objektivite ile anlatıyor. Yani bilimler tarihinin kurucusu İbnü’n-Nedim’dir. Şu kadarını söyleyeyim: Bir Alman hanım bilimler tarihçisi vardı. Artelt soyadını taşıyan bu tıp profesörü 13.yüzyılda yaşamış Müslüman bir tıp tarihçisine işaret ederek, “böyle bir tıp tarihini Avrupa ancak 19. asırda tanıyabildi” diyor. İbn-i Ebi Useybi diyor ki: “Karşınıza çeşitli iddialar çıkabilir, tıp şurada burada icat edildi diye. Buna sakın inanmayın. Her milletin kendine mahsus bir tıbbı vardır, kimse kimseye tıp burada icat edildi diyemez. Tıp bütün insanlığın ortak malıdır.” Bunu 13. yüzyılda İbn-i Ebi Useybi söylüyor ve bir Alman tarihçisi naklediyor. Bu çok mühim. Avrupalılar bu gerçeği görünce tıp tarihinin İslam dünyasında çıktığını da görecekler.” (s. 97)
Tecrübe ile teori arasında denge kurma hususunda da şunu söylüyor:
“Tecrübe, eğer kendisinden evvel bir teori tarafından desteklenmiyorsa ilmi hiçbir neticeye ulaştıramaz. Bu sadece bir bocalama ve uğraşmadan ibaret kalır. İlmin konusu olamaz. Müslümanların böyle söylediğini Wiedemann ortaya koydu, Schramm aynı şeyi söyledi. Yani sadece benim fikrim değil. Ancak bütün Avrupalılar Müslümanların bu prensibi ortaya koyduğunu kabul etmezler. Avrupa’da ilimler tarihi okursanız, “bu prensibi 13. yüzyılda Paris’te yaşamış İngiliz âlimi Roger Bacon ortaya koydu” derler. Bu bir safsatadır. Çünkü Cabir İbn-i Hayyam ve İbnü’l-Heysem gibi Müslüman bilginlerde tecrübe, çalışılırken sistematik olarak daima faydalanılan bir vasıtadır. Yani tecrübeyi tesadüfen değil de sistematik olarak kullanacaksınız ve bir teori tarafından da desteklenmiş olacaktır. Bir de şunu söyleyeyim… Heinrich Schipperges adında bir Alman bilgini de İslam dünyasında uygulanan şu kuralı ortaya çıkardı: Farabi’de tahayyül mefhumu var. Buna göre teoriden evvel hayal etmek çok mühimdir. Önce hayalinizde geliştireceksiniz, ondan sonra teori ortaya çıkacak, sonra da tecrübeyle desteklenecek. Bir de tecrübeyle teori arasında balans var ki Müslümanlar buna mizan diyorlar. Bunu bir kitapta şöyle tanımlarlar: “Tecrübeyle teori, bir atın üzerindeki heybe gibidir. Birbirine denk olması lazım. Biri diğerinden ağır basarsa atın sırtından düşebilir.” Böyle ifade ediyorlar.” (s. 98)
İlk rasathane Halife Me’mun tarafından Bağdat’ta kurulduğu hakkında şu görüşleri dile getiriyor:
“Uzun süreli gözlem Yunanlılarda yoktu. Çünkü Yunanlılarda rasathane yoktu. Yunanlılarda rasathane olmadığı, astronomi tarihçileri tarafından kabul edilen bir gerçek. İlk rasathane Halife Me’mun tarafından Bağdat’ta kuruldu, ardından 830 senelerinde Şam’da kuruldu. Bunlar uzun süreli rasathanelerdi. Çünkü uzun süreli rasat yapılmazsa gök fenomenlerini, değişmeleri tespit edemezsiniz. Mesela, Güneş’le Yerküre’nin arasında bir kısa bir de uzun mesafe var. Kısa mesafenin en uzun noktasının yıllık yerinin değiştiğini Müslümanlar tespit ettiler ve bunu ölçtüler.
Müslümanların yaptıkları şuydu… Uzun süreli gözetleme sonunda böyle bir noktanın var olduğunu tespit etmişlerdi. Bunu Yunanlılar da biliyordu. Ve buna, apogeum (Yunanca), evc (Arapça) noktası deniyor. Müslümanlar işte bu evc noktasının değiştiğini tespit ettiler. Evc noktasının her yıl çok küçük bir çapta biraz ilerlediğini Yunanlılar bilmiyorlardı. İşte bu uzun süreli rasatların neticesinde Müslümanlar daha 9.yüzyılda, uzun zamanlı rasatlar ve rasathaneler içinde çalışan dakik aletlere dayanarak bu noktanın değiştiğini görebildiler.” (s. 99)
“Müslümanlar rasatlarında dakikayı da 60’a böldüler. Bu astronomi tarihinde çok önemlidir. İşte buna dayanarak bir dairenin çevresindeki en yüksek noktanın, senede 12,9 saniye hareket ettiğini tespit edebildiler. Bu çok müthiş bir şey. Bugünkü modern astronomiye göre bu, 11,6’dır. Yani ölçümlerinde bir saniye hata vardı.” (s. 100)
Gülhane Parkı içerisinde Saray Sur Duvarı’na bitişik Has Ahırlar Binası’nda yer alan “İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi”, İslam Bilim Tarihçisi Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından hazırlanan önemli eserlerden birisidir. 24 Mayıs 2008 yılında açılan ve 3 bin 500 metrekarelik sergi alanı bulunan müze, 570 adet alet, cihaz kopyaları, maket ve model koleksiyonu ile alanında Türkiye’de bir ilk olma özelliği taşıyor. Müze, Frankfurt’tan sonra dünyada ikinci örnek teşkil eden müze olması açısından önemlidir. İki kattan oluşan müzenin üst katında Sinevizyon Salonu, Astronomi, Saat Teknolojisi, Denizcilik, Savaş Teknolojisi ve Tıp Bölümü bulunurken, alt katta ise çeşitli harita çizimlerinin sergilendiği bölüm yer alıyor.Prof. Dr. Fuat Sezgin, çok emek vererek açılmasını sağladığı “İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi” hakkında düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Bir Alman hanımla İngilizce konuştum. Ona, müzeyi nasıl bulduğunu, neler gördüğünü sordum. Bana, “gözlerine inanamadığını” söyleyerek, “Biz, Müslümanların bu kadar ileri olduklarını bilmiyorduk” dedi. Sonra da o hanım bana şunu sordu: Peki Müslümanlar medeniyet tarihinde bu kadar ilerledilerse neden şimdi bu kadar gerideler?” Bu çok zor bir soruydu. Cevabı yok, demiyorum ama çok zor bir soru. Orada kadıncağıza bir şeyler söyledim. Bana inandığını söyledi.” (s. 100)
Batılılar karşısında kompleksten kurtulmamız gerektiği hususunda şunları söylüyor:
“Avrupalılar 10. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar 500 yıl boyunca Müslümanlardan bilim aldılar. Sonra Müslümanlarda duraklama, yavaşlama, sonra da gerileme dönemi başladı. İslam dünyası böyle gerilerken, İslam dünyasından gelen kitaplarla donanan Avrupa’da yeni bir dönem başladı. Bundan sonra Avrupalılar kendilerini İslam dünyasından üstün görmeye başladılar. Müslümanlar da 16. yüzyılın sonunda, 17. yüzyılın başında Avrupalıların teknikteki bu üstünlüklerini gördüler. Ama Müslümanlar kendilerinin, Avrupa’yı bu üstünlük seviyesine getiren kaynak olduklarını bilmiyorlardı. Avrupalılar da bu duruma nasıl geldiklerini bilmiyorlardı. Böylece 17. yüzyılın başlarında Avrupalılarda bir üstünlük duygusu, Müslümanlarda ise yavaş yavaş bir aşağılık duygusu uyanmaya başladı. İslam dünyasında, Müslümanlar da bu gerilemenin nedenini sormaya başladılar. Şimdi bu aşağılık duygusunun sebepleri araştırılırken bazı şeyler karıştırılıyor. Sadece Türkler ve Müslümanlar değil Avrupalı bilim tarihçileri de karıştırıyorlar. Türkiye’yi ele alalım. 19. yüzyılda Avrupa’yla yeniden temas başladı. Müslümanlar arasında bunu en çok hisseden Türkler olmuştur. 1. Dünya Harbi’nden sonra memleketin büyük bir bölümü istila edilmişti. Türk münevveri düşünmeye başladı ve geri kalmışlığın sebebini İslam dünyasında aramaya çalıştı. Başka yolu da yoktu. Atatürk geri kalmışlığımızı en iyi gören insandı. O gün bu durumu izah edecek bilimler tarihçisi de yoktu, ya da çok azdı. Atatürk’e bunu izah edemediler. Atatürk sadece hadiseyi gördü, ancak sebeplerini öğrenemedi. Öğrenseydi, aradan geçen 85 sene zarfında çok büyük merhale kat etmiş olurduk. Atatürk çok akıllı bir insandı ama bilimler tarihçisi değildi. Burada realiteyi konuşmak istiyorum. Bakınız, bugün bile bizim cemiyetimiz hâlâ bir yol bulmaya çalışıyor. Bu merhalede Türkler bazen Türkler bazen yanlış yollara giriyorlar. Onun için Türklerin medeniyetler tarihindeki yerini göstermek ve onları 17. yüzyılın başından beri düştükleri kompleksten kurtarmak lazım. Aşağılık duygusundan kurtulmak çok mühim. Fakat yanlış biçimde üstünlük duygusuna da kapılmamak gerekir. Sadece “biz bu kadar üstünmüşüz” deyip sonra da bir kenara oturmaları, benim hedefim değil.” (s. 105, 106)
Zamanı nasıl değerlendirdiğimiz ile ilgili olarak şöyle diyor:
“İnsanlar zamanlarının çok kısa olduğunu unutuyorlar. Allah’ın kendilerine bir lütuf olarak verdiği bu zamanı faydalı olarak doldurma vecibesinin şuurunda değiller. İki aydır Türkiye’ye sık sık gelip gidiyorum. Tesadüfen hafta sonları geliyorum. Arkadaşlarım, dostlarım var. Bana diyorlar ki: “Efendim bu hafta sonu gelmeyin, benim düğünüm var!” Evlensinler… Tamam. Ama bu düğünler Türklerin hayatını yiyor. Bazen Türkiye’ye geldiğimde dostlarımı göremiyorum. Çünkü “düğünümüz vardı” diyorlar. Benim televizyon konuşmalarıma değer veren bir dostum var. O dostum bir gün bana aynen şöyle dedi: “Bugün sizi dinleyemeyeceğim! Çünkü düğüne gideceğim” Bana çok değer veren bir insan bu. Bunu siz bir Avrupalıdan, bir Almandan duyamazsınız. Ben evlendiğim zaman nikâh dairesine gittik, iki şahit geldi. Birisi kayınpederim, biri de bilimler tarihçisi bir âlim arkadaşım vardı. :Yemeğimizi yedik, sonra arkadaşım bizi Frankfurt’taki evimize götürdü. Ben bu kadar insanın bir sürü zamanını alamam! Boş şeylerle uğraşıyoruz. Zamanın Allah’ın bize verdiği büyük bir nimet olduğunu unutuyoruz. Benim çalışma yılım 365 gündür. Haftam 7 gündür. Ben cumartesi, Pazar günü bile sabah saat 07.30’da enstitüdeyim. Bilim adamlarından buna yakın çalışma isterim. Eğer böyle yapamazsak modern cumhuriyetimizi, modern ülkemizi kalkındıramayız. Zamana değer vermek çok önemlidir. Zamana hâkim olmak lazım. Bizim Türkler çok geziyorlar, özellikle politikacılarımız. “İçe kapansınlar” demiyorum. Dünyayla temas etsinler ama biraz masa başında oturarak okumaları lazım. Dışarıda gezmeleriyle edindiklerini masa başında yoğurmaları lazım.” (s. 110, 111)
İnsanımızın okuma seviyesini şöyle değerlendiriyor ve okumak için yapılması gerekeni şu şekilde ifade ediyor:
“Okuma da yok. Türkler okumuyorlar maalesef. Almanya’dan Lufthansa ile gelirken bakıyorum herkes okuyor ama Türkler varsa okumuyor. Uçakta kimin Alman, kimin Türk olduğu kolayca anlaşılıyor; Elinde kitap olan Alman, olmayan Türk. Türk Hava Yolları’yla Almanya’ya gittiğimde bakıyorum kitap okuyan hemen hemen yalnızca benim. Böyle şey olur mu hiç? Türkler okumuyorlar maalesef!
Önce ilkokuldaki hocalara öğretmeliyiz. Onları eğitecek sosyologlarımız, pedagoglarımız olmalı. Okumanın şart olduğunu öğretecekler onlara. Bana kalırsa camide vaaz eden din adamlarımızın müfredatına namaz, oruç kadar insan hayatına, cemiyet hayatına etki eden unsurları da dahil etmek gerekir. Din adamı televizyonlarda, camilerde mütemadiyen bu tip problemlerin, ahlak ve zaman problemlerinin üzerinde durmalı.” (s. 111)
İnsanımızın bugün geldiğimiz noktada ahlaki yapısıyla ilgili olarak ta şu tespitte bulunuyor:
“Şimdi memleketimde bir ahlaki gerilik görüyorum. Kusura bakmayın bunu söylemek zorundayım! İnsanlar şimdi daha çok yalan söylüyor, iftira ediyor. Hâlbuki İslam dini iftira etmeyi büyük günah olarak ilan ediyor. Müslüman iftira ederken, yalan söylerken İslam’ın bu asli prensibini unutuyor.
İnsanlar vefasız. İnsanlar takdir etmiyor, insanlar kendilerinden değil de hep başkalarından bekliyorlar ve materyalist oluyorlar. Bugün Türkler, Rokettube ile genelde de Müslümanlar maddeye çok yönelmişler. Maddeyi tamamen inkâr etsinler demiyorum ama öncelik veriyorlar. Maddenin peşinde koşuyorlar, ona ulaşmak için birçok ahlaki prensipleri feda ediyorlar.” (s. 112)