İnsanız neticede; nefes alıp vermeye başladıktan itibaren bekleyelim neler gelir başımıza… Belki ağrıyan bir yanımızı haber vermek, belki açlığımızı duyurmak, belki de; anne kokusunu, baba şefkatini hep üzerimizde hissetmek için ağlar, sızlar ve hatta sevdiklerimize “hayatı çekilmez ederiz.” Uykusuz kalan, bitkin vaziyette uyanan anne ve babamız; az sonrasının keyfini, rahatlayınca çıkaracağımız mırıltıları, birkaç saniyeliğine de olsa göreceği gülücükleri, yarım yamalak söyleyeceğimiz birkaç kelimeyi… Atacağımız ilk adımları, kuracağımız büyükçe cümleleri… Anne babalığa özenerek atacağımız afra ve tafraları… Gideceğimiz okulları, atlayacağımız sınıfları, başaracağımız her sınavı, ulaşacağımız hedefleri… Ve “ailemize, topluma, Vatana ve millete faydalı” bir insan yetiştirmenin vereceği derin hazzı düşünerek, hayalini kurarak katlanır tüm bunlara… Çocukluk çağında pek farkına varmasak da; aileden gördüğümüz, çevreden öğrenebildiğimiz kadarıyla; sıkıntılarla baş etmeye çalışırız. Bazen bir baba nasihati, bazen bir anne tavsiyesi; direncimizi artırır, gelen olumsuz telkinlere kulak asmaz ve “kötüye uymamanın” kazandırdıklarına oracıkta şahit oluruz. Yetişkinliğe adım atıp, aklımızı başımıza topladığımız gençlik yıllarında; iç dünyamızdaki kopan fırtınaların da yardımıyla, karşılaşılan her olumsuzlukta kasırgaya dönüşür… Söndürülemeyen yangın olup, kavurmaya başlar içimizi. “Dünyanın kendi etrafımızda döndüğünden hareketle, merkezine de kendimizi konumlandırır…” Tıpkı bir kral, bir padişah, her şeye yön veren birisi olur çıkarız. Bizden habersiz uçan kuşun yuvasını bile dağıtırız. Hal böyle olunca da, uğradığımız en küçük haksızlık dağ olup devrilir üzerimize. Uğradığımız her olumsuzluk, “nehir olup alır götürür beslediğimiz” güzellikleri. Tüm bu olumsuzlukları kulak ardı eder ve katlanır, yaşananların güzelliklere gebe olduğunu bilir ve düşünürsek… Yaşanan sıkıntıların meyvelerini daha bu dünyada toplayacağımızın farkına varırsak… Zulmün ilelebet sürmeyeceğini bilirsek… Kelimelerle tarif edemeyeceğimiz yerlerde, akılların alamayacağı güzelliklere, hayallerimizin ötesindeki rahatlığa kavuşuruz. Saadetimize engel olanların imrenen bakışları arasında yaşayıp gideriz. Kafamızda esen fırtınalar yavaşlar, içimizdeki çağlayanlar durulur, gençliğin kasıp kavuran yangını söner… Kişiliğimiz oturur ve yavaş yavaş “neyin ne olduğunu” fark eder…. Duru bir düşünceye girer, taşların yerine oturduğu yetişkin hayatına başlarız. Gönlümüzün ve mantığımızın izin verdiği kadarıyla; karşı cinsten biriyle yeni bir yola gireriz. Bazı doğrularımızdan, bazı sözlerimizden, bazı davranışlarımızdan feragat edip, ortak bir noktada buluşmaya çalışırız. İçeriden gelenler yetmiyormuş gibi, dış mihrakların saldırılarına da göğüs germek zorunda kalırız. Birlikteliğin meyvesi olarak “kendi ilk halinize benzeyen” çoluk çocuğa karışırız. Sağlığı, geçimi, yetişmesi için elimizden geleni yaparız. Alttan alır, üste çıkmamak için gayret ederiz. “Geçim ehli olmak adına” bildiklerimizi söyler, anladıklarımızı anlatır, inandıklarımızı yazarız, herkes okusun diye. Bu kadar zahmeti çeker, acılara katlanır, olumsuzluklara aldırış etmez ve “sonunda Yüce Yaradanın vadettiği selameti” hayal eder… Yine O’nun gönlümüze ustalıkla yerleştirdiği “sabıra sarılır”… Ulu Ceddimizin; “Her daraldığında isyankar olmamak için”, çerçeveletip göreceği bir yere astırdığı… Tüm insanlığa, geçmişe ve geleceğe ışık tutan… “BU DA GEÇER YA HU!” sözünün arkasına sığınır ve onun iç huzuruyla teselli buluruz…