Dünya ve üzerinde yaşayanlar; hem ilginç bir o kadar da zor günlerden geçiyor. Kuralların alt üst olduğu, bilinenlerin yetersiz kaldığı günler… Doğru bilinenlerin iş görmez olduğu… Doruğa ulaştığına inandığımız bilim ve teknolojinin mecalsiz kaldığı bir zamanı yaşıyoruz üç aydır…
İnsanoğlunun ; masallardaki gibi; devriâlemi yaşarken, her şeyin yolunu bulup yörüngesine girdiğini düşünürken… Keyf-i alemde; her şeye zahmetsizce ulaşmaya başladığı… Nasıl olsa bizden uzakta, buraları bilmez, tanımaz diye düşündüğü… Ucundan da olsa, bize dokunmaya başladığı bir “illet” i kucağımızda, ocağımızın ortasında bulduğumuz şu günler…
Görünürde, bunları düşünüp “hayatın tadını çıkarırken”… Pek duymak ve görmek istemediğimiz, işin görünmez tarafını es geçtik galiba… Hemen herkesin hemfikir olduğu, fakat sürekli pas geçtiği olumsuzlukları. Dünyanın çivisinin çıkıp denge-düzen kalmadığı… Güçlü olanın haklı kabul edildiği… En çok alkışın kendi celladına yapıldığı… Kokutmaması için kullandığımız tuzun kendisinin kokmaya başladığı…
İmar ettiği düşünülüp, tabiatın dengesinin alt üst edildiği… Yaratanın kurduğu düzenin; kendi elleriyle bozmaya uğraşıldığı… O’nun koyduğu adilane paylaşıma razı olunmadığı… Tüm bunları da bilmesine rağmen; inatla ısrar edildiği; “diken üstü ve çok hassas” bir dönemden geçiyoruz.
İnananlar olarak diğer insanlardan biraz daha avantajlıyız şükür; “zorluklarla baş etme” konusunda. Sırf bu dünyada değil, ebedi alemde de rahat etmemizi hatırlatan birden çok rehberimiz var bizim.
Yüce Yaratanımızın; Kitab-ı Kerim ile, Resulümüzün; hal ve sözleriyle, yolunu izleyen hakiki ilim sahiplerinin tutuğu ışıkla; “tedbirin ve gayretin bizden, takdirin ve neticenin Allah’tan” olacağına inancımız var. Bu inancımızın sağlamlığı nispetinde de bu sıkıntılarla baş edebiliyoruz. Sadece dil ile söyleyerek bir yere varılamayacağının da farkındayız. Söylediklerimizi, gönlümülze de kabullendiğimizde, neticeye hızlı şekilde ulaşacağımızı biliyoruz.
Bu afet-i dünyaya teslim olmamamız gerektiğini hemen herkesten duyuyoruz bu günlerde. İnanç akidemiz de bize hep bunu öğütlüyor. İfrata düşüp, “kabuğuna çekilerek, kılını kıpırdatmadan olacakları beklemeyi” ise reddediyor.
İnancımızda ve kültürümüzde birbirimize yakınlığı; gönül temasının yanında vücut temasıyla göstermeyi severiz. Uzaktan selamlaşmayı “yavan kaçar” diye, pek muteber görmeyiz. İki yabancı bile olsak, yakın olmak için her yolu deneriz.
Şu hassas dönemde gelin biz de hassas olalım. Yakınlığımızın kalıcı olması için… Güzelliklerin nesilden nesle devam etmesi için… Gelecekte daha çok insanımızın birbirleriyle kaynaşıp kucaklaşabilmesi için… Bu yakınlığa biraz ara verelim, aramıza birazcık mesafe koyalım…